Karanlık ve aydınlığın amansız savaşının bilmem kaçıncı milyon yılına geldik. Sizce hiç şimdiki kadar boşvermiş bir bekleyiş yaşanmış mıdır canlılar aleminde? Evet, yaşam buzul çağını gördü, hatta aldığı bir meteor darbesiyle neredeyse son buldu. Bu anlatı size çok eski veya varsayımsal geldiyse insanlığın yakın geçmişine dönüp bakalım. Mesela kulaktan kulağa bugüne değin korku hikayesi misali anlatılan 536 ve 537 yılları. On sekiz ay boyunca bir volkanik patlama ile karanlıkta kaldı insanoğlu, rivayete göre açlık o düzeydeydi ki yamyamlık aldı başını yürüdü ve gitti. Aç kalan insanlar çareyi soydaşının yaşam gücünden faydalanmakta buldu. 1300lerde kara vebayı gördü insanoğlu. Covid salgını da neydi, görüp görülecek en büyük salgını yaşadı ve dünya nüfusunun neredeyse üçte biri hayatını kaybetti. 1900lere geldiğimizde ise bir yüzyılda iki farklı dünya savaşı gördü. İspanyol gribi gibi adı kadar masum olmayan bir salgının da etkisiyle 100 milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği tarihe not olarak düşüldü… Tüm bu saydıklarımın ne kadar ürkütücü olduğunu ancak çağın bahtsız insanları anlayabilir. Belki o günlerde karanlık hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde hüküm sürdü yeryüzünde, bilmiyoruz. Emin olduğum tek şey; insanoğlunun daima güçlenerek çıktığı girdiği savaşlardan. Bu inançtan yola çıkarak umudunu hiç yitirmediğini söyleyebiliriz sanırım bazılarımızın.
Peki sizce Karanlık mı güç kazandı her seferinde? Yoksa Aydınlık el mi çekti, inançlarından vazgeçerek? Işığın, aydınlığın olmama durumu değil miydi karanlık? Aydınlık için savaşanların yaşadığı umursamazlık, boşvermişlik, bencillik… Aklıma Nazım HİKMET geliyor böyle anlarda. “Ben yanmazsam, sen yanmazsan, o yanmazsa nasıl çıkar Karanlıklar Aydınlığa?”
İşte burada çürüme başlıyor. Narsisizm günümüzün en önemli hastalıklarından bir tanesi olabilir. Kendimizi o kadar seviyoruz ki kalbimizde bir başkasını sevecek, değer verecek veya umursayacak yer kalmıyor. O kadar düşkünüz ki oturduğumuz koltuklara, konfor alanımıza, elimizde bulunan o çok değerli gücümüze; kaybetmeye kesinlikle tahammülümüz yok. Tek derdimiz daha fazlasını kazanıp elimizdekini asla kaybetmemek. Peki nasıl yaparız bunu? Gerçek sorunları görmezden gelerek, başımıza iş açabilecek tüm risklerden uzak durarak. Çözümsüz görünen hiçbir sorunun üzerine eğilmeyerek. Kimseye zararı olmayan ütopyaları konuşup hiçbir distopyaya değinmeyerek. Eleştirmeyerek, savunmayarak, ses YÜKSELTMEYEREK!
Toplumsal çürüme basit olarak toplumdaki değer ve normların, pozitif alışkanlıkların, etiğin erimesi olarak nitelendirilebilir. Çürümeyi ise hayatın her alanında görmek mümkündür. Yeter ki kıyaslama yapabilelim, geçmiş ile bugünü tartabilelim. İçinde yaşadığımız kültürün çürüdüğünü henüz yaşarken, zaman akıp giderken ve içinde sürüklenirken anlamak güç olabilir. Sürüklendiğin nehirde bulduğun güçlü bir ağaç dalına tutunmak, mümkünse ayaklarını sağlamca yere basıp gözlemlemeye başlamak yeterli olacaktır.
Ben bir Sosyal Hizmet Merkezi’nde son sekiz yılını geçirmiş bir Sosyal Hizmet Uzmanıyım. Mesleğin kimi uzun yıllarını geride bırakmışları en ağır tabirle içinde bulunduğumuz sistem için “toplumun kanalizasyon çukuru” benzetmesini yapar. Ne ağır gelirdi bana bu ifade. Şimdi bakıyorum da kanalizasyon kapakları çoktan patlamış, sel olmuş derelere taşıyor. On yaşında cinsel istismara maruz kalmış bir çocuğun ondört yaşına geldiğinde sayısız kişiyle birliktelik yaşaması ve bu hayatı terk etme isteğinin bulunmaması bana şaşırtıcı gelmiyor artık biliyor musunuz? Veya on beş yaşında bir çocuğun Çocuk İzlem Merkezi’nde alınan ifadesinde yaşadığı cinsel istismar öyküsünü pornografik içerik denilebilecek açık bir anlatımla bir aşk hikayesi anlatır gibi ifade etmesi. On bir – on iki yaşında bir erkek çocuğun ailesinden izinsiz sokakta geçirdiği bir gece vakti iş çıkış saatinde aynı sokaktan geçen genç işçi yaş grubundaki bir diğer kız çocuğunu yanındaki arkadaşı ile iddialaştığı için bıçaklaması. Zihinsel engelli eşi ile birlikteliği devam ederken yabancı uyruklu bir birey ile başladığı gayriresmi birliktelikte yaşadığı anlaşmazlık sebebiyle söz konusu kişinin evine ansızın gelip anneyi defalarca bıçaklaması ve o an şans eseri evde bulunan ufak bir kız çocuğunun başını gövdesinden ayıracak düzeyde bir vahşetle saldırması. İncelemeye gittiğiniz sıradan ekonomik destek talepli vakalarda sizlerin ayakkabısız giremeyeceğiniz şartlardaki evlerde insanların elleri ayakları asla ısınmayan küçücük yavrularla yaşam mücadelesi veriyor olması. Ve bu insanların sayılarının hiç de azımsanmayacak düzeyde olması. Duvara kalın zincirlerle bağlanmış engelli bir bireyin bakımının ailesince bu şekilde sağlanması ve görmezden gelme suretiyle ailenin çaresizliğini paylaşmanızın istenmesi(!). Kış aylarından kış aylarına belediyelerin veya kamunun göstermelik hamleleri ile barınabilecek yer bulabilen ve çok geçmeden kırışık göz kapakları sonsuza dek elmacık kemiklerine sarkarak düşecek yaşlı bireylerin diğer mevsimlerde başına herhangi bir şey gelmesi mümkün değilmişçesine sokakta yaşamalarına huzurevlerinde “acil yerleştirme sırası” bulunması sebebiyle göz yummanızın beklenmesi, sayısız kez barbarca şiddete ve istismara maruz kalan bir kadın bireyin güya koruma altına alındığı iddia edilen uzaklaştırma kararlarıyla evine döndürüldüğü günün sonunda onlarca bıçak darbesiyle sevdiklerinin gözleri önünde katledilmesi veya önce sevdiklerinin katline şahit olacak kadar uzun yaşayıp devamında huzurla yatması gereken kabrinde acıyla inzivaya çekilmesi…
Çok mu uzak geliyor bu anlattıklarım? Bir yıl kadar kısa bir süre içerisinde her biriyle çok sayıda karşılaşabilirsiniz eğer sosyal hizmet merkezinde görevliyseniz. En acısı da ne biliyor musunuz? İsmini bilmediğiniz ve vaka deyip geçtiğiniz insanların sorunları henüz geri dönülemez düzeye gelmeden çözüm üretmek – üretebilmesini sağlamakla görevli olan kamunun çürümüş ayağıyla karşılaşmaları. Her zamanki gibi yeterli sivil toplum mücadelesi verilmemesi sonucu sosyal çalışma görevlisi adı altında açılan kadrolara yerleşen sahanın tecrübesiz ve kimi zaman alanla tamamen alakasız meslek elemanlarıyla çalışmaları. Yalnızca onlarla da değil, her yıl açık öğretim sistemi adlı garabetinin verdiği sayısız ve niteliksiz mezunların da etkisiyle sosyal hizmet mesleğinin yok olma eşiğine gelmesi ve mesleğe verilen önemin, değerin azalması sonucu bu alanda çalışabilecek yeterli akademik kapasiteye sahip olmayan yüzlerce öğrencinin sosyal hizmet lisans eğitimi almasının önünün açılması ve sonucunda niteliksiz meslek elemanlarının sahaya sürülmesi en az bir önceki örnekte belirtilen gruplar kadar zarar vermekte bu kimselere…
Buraya kadar toplumun çürüdüğünü düşündünüz değil mi? Toplumlar çürür benim sevgili Aydınlık savaşçısı dostlarım. Doğa ana gerekirse bir felaket gibi çöker insanlığın üzerine ve sağaltımı sağlar. Tüm örneklerde öyle ya da böyle toplumsal – sosyal bir çürümeyi görmek mümkün olup sonu daima nüfusun azalmasıyla son bulur. Fakat sistemler yaşar, idealleri olan düşünceler yaşar, bilimle güçlenmiş felsefeler yaşar, inanılmış ve mücadele edilmiş değerler ona sahip çıkanlar sayesinde yaşar. Sosyal hizmet bir sistemler bütünüdür. Bilimsel alt yapıyla güçlenmiş, etik değerlerine bağlı, idealleri olan kişiler tarafından yaşatılan düşünce ve fikirler ürünüdür. Şuan çürüdüğü için endişelendiren şey toplum değil, sosyal hizmete sahip çıktığını iddia eden kimseler. Çürüyorsunuz Ey sevgili meslektaşlarım, konforunuzu yitirmemek uğruna doğrunun yolundan sapıyorsunuz. Savunduklarınızda sorun yok; savunmadıklarınızın çürüyen, hırpalanan, parçalanan ve yok olan yanlarıyla mesleğimizi çürütüyorsunuz. Yol yakınken geri dönün. Yoksa; sıkı tutunun, kökten çürüyoruz…
Sosyal Hizmet Uzmanı Murat ŞAHİN – Sevgilerle…